Elif Şafak, söz yazarlarına demediğini bırakmadı

Yazar Elif Şafak, radyoda dinlediği şarkıların sözlerine dikkat edince olanlar oldu. Söz yazarlarına bakın neler dedi?..

Elif Şafak, söz yazarlarına demediğini bırakmadı

Dil yarası

Radyodan yükselen kimi şarkıların sözlerine inanamıyorum. Bakkal dönüşü kesekâğıdına tükenmez kalemle karalanmış cümleler gibi, özensiz, anlamsız ama muhakkak kafiyeli! Biz ne zaman böyle olduk? Kafiye olsun da taştan olsun diye mi bakıyoruz artık?

Biz edebiyatçıların huyudur. Pop müziğine ve aslında popüler olan her şeye burun kıvırırız. Çok satan, çok tutan, çok konuşulan her esere şüpheyle yaklaşır, tepeden ve uzaktan soğuk bir nazarla bakarız. Bizim işimiz daha yücedir sanki, daha pak, arı ve som. Edebiyat bir başka dağın maralıdır sanki; kendimizi ala, diğer sanat dallarını “yozlaşmış” buluruz.

Trafiğin en yoğun olduğu saatte, giderek hızlanan yağmur altında, Avrupa Yakası’ndan Anadolu Yakası’na geçmeye çalışan uzuuun araba konvoyunun içinde minnacık bir nokta halinde oturuyorum. Sağım, solum, önüm, arkam trafik. Kıpırdayacak bir yer yok. Yapacak bir şey de. Jetgiller’in kullandığı türden, yatay değil de dikey gidebilen uzay arabaları yapılmadıkça belli ki İstanbul’un trafik sorunu çözülemeyecek. Arada bazen cingöz bir iki sürücü, mendil büyüklüğünde boş alanlar bulup manevra üstüne manevra yaparak öne geçmeye çalışıyor. Geri kalan çoğumuz ise durumu kabullenmiş vaziyette sabırla bekliyoruz. Milim milim ilerliyoruz. Duyulmaz ve son derece yavaş bir müzik eşliğinde bale yapıyoruz hep beraber; tırlar, kamyonlar ve arabalar, pıt pıt yürür gibiyiz parmaklarımızın ucunda. Kendi kendime gülümsüyorum.
“Nasıl gülümseyebiliyorsun şu halde?” diye soruyor Eyüp.
“Etraftaki şoförleri fırfırlı, pembe bale kıyafetleriyle düşündüm de, ona gülüyorum.” Tuhaf tuhaf bakıyor yüzüme.
“Bravo hayal gücüne. Biz ne derdindeyiz sen ne derdinde? Baksana kaldık burada!” Hazırlandık, giyindik, bir yemek davetine gidiyoruz ama biz köprüyü geçene kadar herhalde yemek çoktan bitmiş, kahveler içilmiş, fallar bakılmış, ev sahipleri dişlerini fırçalayıp yatmış olurlar.
“Acıktıysan arabada çubuk kraker var” diyorum. Artık böyle! İstanbul’da bir yerden bir yere giderken önceden suyunuzu, çubuk krakerinizi depolayın ki, yollarda aç bilaç mağdur olmayın.
“Çubuk mubuk yiyemem şimdi” diyor Eyüp ters ters. Dünyanın en sakin adamı çıldırdı. Konvoydaki tüm şoförler gibi onun da sinirleri bozulmuş halde. Neyse ki araba kullanmayı bilmiyorum. Böylece akıl ve ruh sağlığımı koruyarak, bir yandan sakin sakin kitap okuyor (Paul Auster’in kaleminden, Seçkin Selvi’nin güzel çevirisiyle Brooklyn Çılgınlıkları), bir yandan radyo  dinliyorum. Türk pop müziğinin son dönem albümleri ve sanatçıları resmi geçit halinde. Takip etmeyeli çok olmuş. Her dakika yeni bir isim duyuyorum.

Biz edebiyatçıların huyudur. Pop müziğine ve aslında popüler olan her şeye burun kıvırırız. Çok satan, çok tutan, çok konuşulan her esere şüpheyle yaklaşır,  tepeden ve uzaktan soğuk bir nazarla bakarız. Bizim işimiz daha yücedir sanki, daha pak, arı ve som. Edebiyat bir başka dağın maralıdır sanki; kendimizi ala, diğer sanat dallarını “yozlaşmış” buluruz. Halbuki ne farkı var? Resim, müzik, tiyatro, sinema, öykü, şiir... Herkes yetenekleri ve ilgileri ölçüsünce uğraşıyor, didiniyor ve üretiyor. İşin aslı bu kadar basit işte. Bir daimi arayış, bir içsel yolculuk, bir bitmeyen devinim var hepimizin yüreğinde... Hiçbir sanat dalı bir başkasına üstün değil. O yüzden şimdi yapacağım eleştiriyi bir edebiyatçının pop müzikçilere kibirle bakması şeklinde okumamanızı rica ediyorum. Dönelim trafik sahnesine... Arabada gidiyoruz tin tin. Kitabımı bırakıp ağzım açık dinliyorum. Radyodan yükselen kimi şarkıların sözlerine inanamıyorum. Bakkal dönüşü kesekâğıdına tükenmez kalemle karalanmış cümleler gibi, özensiz, anlamsız ama muhakkak kafiyeli! Biz ne zaman böyle olduk? Kafiye olsun da taştan olsun diye mi bakıyoruz artık? Yan yana gelmiş kelimelerde ne bir ahenk, ne bir dil oyunu, ne bir özen, ne bir duyarlılık. Üst üste on şarkı dinledikten sonra moralim bozulmuş vaziyette yağmuru seyrediyorum. “Ne o, artık gülümsemiyorsun?” diyor Eyüp. “Ciddileştin aniden.” “Aklıma bir fikir geldi” diyorum. Şüpheyle bakıyor suratıma. Hadi hayırlısı, bakalım ne gelecek dercesine. “Bugün Türk pop müziğinde şarkı sözü yazan kaç kişi var? Elli, bilemedin yüz, hadi üç yüz olsun.” “Olsun...” “Şimdi bunların her birine birer adet sözlük hediye edilse fena mı olur? Ya da böyle bir mecburiyet gelse. Hani arabalara çocuk koltuğu koymak zorunlu oldu ya, onun gibi, şarkı sözü yazanlara da muhakkak Ferit Devellioğlu’nun sözlüğünü bulundurmak, her hafta iki kitap okumak ve günde en az bir saat Türkçe çalışmak mecburiyeti konsa.” “Âlemsin valla... Kamyon şoförlerine bale elbisesi giydirdin, pop müzikçilere Osmanlıca sözlük dağıttın, hayalgücüne biraz ara ver” diyor Eyüp. Neyse ki, mucizevi bir şekilde trafik açılıyor o anda. Yemeğin sonuna yetişebiliyoruz.

Elif Şafak - Gazete Habertürk