Uçakan: "Türk seyircisi uyuşturucu bağımlısı gibi"

Usta yönetmen Mesut Uçakan “Gişe filmleri için eğlenme kriteri, diğer kriterlerin önüne geçmiş durumda. Üstelik basit dozlardaki eğlencelikler de bizi doyurmuyor artık...”

Uçakan: "Türk seyircisi uyuşturucu bağımlısı gibi"
Türkiye Gazetesi'nden Murat Öztekin'in röportajı...

Türk sineması, son yıllarda başarılı eserler çıkarıyor. Ama gişe filmlerinde bir kısırlık hâli var sanki. Nasıl buluyorsunuz yerli sinemayı?


Sinemada nadir kimseler, görüntü ve üslup açısından yol açıcıdır. Diğerleri orijinal işler yapan bu sinemacıları taklit ederler. Başka bir sebep de şu: Seyirci, belli şartlanmışlıklar içerisine sokuldu, aynı yemeği yemeye alıştırıldı; konu olarak, anlatım olarak...  Farklı bir tadı kolay kolay kabul etmiyor. Nitekim uzun yıllar perdelerimizi ve ekranlarımızı dolduran Amerikan filmleri bizde böyle bir alışkanlık oluşturmadı mı?

FRANSIZ FİLMİ BİLE BULAMIYORUZ

Ne gibi tesirleri oldu bu alışkanlığın?


Amerikan filmleri, Batılı hayat ve düşünce tarzını bize olduğu gibi kabul ettirdi. Bu yüzden bir Fransız, bir Alman filmini bile sinemalarda bulamaz hâle geldik. Onların dine bakış biçimi de içimize yerleşti; onların hassasiyetleri, bizim hassasiyetlerimiz oldu. Kimi Hollywood filmlerinde mağdur karakterlerin trans kişiler olarak seçildiğini biraz düşünmek gerekmiyor mu?

BABA BUSH BASKI YAPMIŞTI

Yani sinemada tek bir fikrî merkezin olduğunu mu söylüyorsunuz?


Ne demek istediğimi yaşanmış bir hadiseyle izah edeyim: 1980’lerin Türkiye’sinde, Amerikan filmleri şimdi olduğundan daha fazla revaçtaydı. Eski Kültür Bakanı Gökhan Maraş, Hollywood filmlerinin gösterimlerine kota koyan bir kanun teklifi verdi. O günlerde rahmetli Turgut Özal, ABD Başkanı Baba Bush’la tekstil kotalarını görüşmek isteyince enteresan bir diyalog yaşanmış. Bush, bu kanun teklifini kastederek  “Hayır Sayın Özal, bunu görüşemeyiz. Çünkü sizin ülkenizde böyle bir kanun çıkıyor. Bunu askıya almadıkça mümkün değil!” minvalinde şeyler söylemiş. Bu teklif, o dönem büyük bir ihtiyaçtı ama bu yüzden kanunlaşmadı. Bu da gösteriyor ki; Hollywood, ABD emperyalizminin büyük merkezlerinden biridir.

KAHRAMANINIZ MÜSLÜMAN OLAMAZ!

Bugünkü durumu nasıl buluyorsunuz?


Batılı zihniyet öyle bir yerleştirildi ki içimize; kişiliğimiz çarpıtıldı. Bugünkü Türk sinemasına bu açıdan göz attığımızda ruh olarak, dünya algısı olarak Hollywood filmlerinin sergilediği seküler bir dünya çıkar karşımıza.  Aslıda iş iktidardan ziyade topluluklarda. Kabul etmek gerekir ki, genelde toplum ne düşünmek istiyor ne de okumak… Gişe filmleri için eğlenme kriteri, diğer kriterlerin  önüne geçmiş durumda. Üstelik basit  dozlardaki eğlencelikler de bizi doyurmuyor artık.  Yani uyuşturucu bağımlılığında olduğu gibi dozaj arttı. Sinema, daha başka şartlanmışlıklara da sürüklendi.

Nedir onlar?

Sinemada film kahramanlarınız efemineler, transseksüeller, Marksistler olabilir ama Müslümanlar asla olamaz! Bunu yaptığınız zaman hemen size “dinci” yaftasını yapıştırırlar. Bu yüzden bir zamanlar filmlerde cami göstermekten bile korkulurdu. Oyuncu Yılmaz Erdoğan bir beyanatında “Türkiye’deki bir sette günde beş defa ezan için durursun, ama filmde duyulmaz o ezan” diye bu durumdan yakınmıştı. Kıyameti kopardılar… Bunun birçok misalini verebilirim.

KUR'ÂN VE EZAN YASAĞINI ÇOCUK GÖZÜYLE ANLATACAK

Nasıl bir hikâye olacak yeni film projeniz ‘Hadim’de?


Harf devriminden sonra Kur’ân eğitiminin ve ezanın yasaklanmasının yansımalarını ele alacağız. Büyük bir baskının olduğu 1940’lı yıllarda, gizlice hafız olmaya çalışan bir çocuğun dramını işleyeceğiz. Bu senaryo, imani bir vazife ifade edeceği için beni doyurdu.

Biraz cesaret iş ama...

Ben 40 sene önce “Hadim” projesine başlıyor olsaydım, muhafazakâr cenahta bir heyecan meydana gelirdi. Şimdiki hâl ortada. Bana “Sen hâlâ orada mısın?” diyorlar. Ben buradayım, siz neredesiniz?

Baskı ortamı bir yana, 1940’lı yıllardaki sıkıntılar, çok fazla insani hikâye barındırıyor galiba…

Aslında konu hassas. Zira harf devrimiyle bizim bin küsur yıllık hafızamız silindi. Hâlbuki Japonlar, Yunanlar dâhil birçok ülke alfabelerini değiştirmedi. Tabii bu noktada insani dramlar da yaşandı. Biz onun bir parçasını yansıtmaya çalışıyoruz. Ancak “Kahrolsun birileri” gibilerinden bir hamasetin içerisine girmeyi de doğru bulmuyorum. Sadece bir çocuğunun yaşadıklarını ve arayışlarını ön plana çıkarıyoruz. Maksadımız bağcı döğmek değil. O dönemi günümüz insanına hatırlatmak istiyoruz.

Bu hatırlatma ihtiyacını niçin hissettiniz?..

İnsan hafızasıyla vardır. Biz hafızamızla düşünür ve hadiseleri idrak ederiz. Havuz kirli olduğu zaman temiz su görünmez. Geçmişini bilmeyenin günümüze dair ne sözü olabilir ki zaten? Bir de artık biz öldükten sonra ne kazanırız derdindeyiz.

“Muhafazakâr sinema, kendi dilini meydana getiremedi. Fazla didaktik eserler imal edildi” eleştirileri biraz olsun haklı değil mi?

Didaktik bir film ithamı bize yapılan kültürel baskının bir neticesidir. O kadar içselleştirdik ki biz bunu… Mesele bir filminin didaktik olup olmaması değil. Bilim kurgu film yapsanız bile “dinci” olarak yaftalanıyorsunuz. Semih Kaplanoğlu’nun ‘Buğday’ına bu yapılmadı mı?

HAYAT SİNEMA GİBİ BİR HAYAL

Sinemada 40 yılı devirdiniz. Bu sanattan öğrendiğiniz en büyük şey neydi?


Sinema perdesinde ağlayan, koşan, gülen insanlar görüyorsunuz. Hâlbuki elinizi dokundurduğunuzda yoklar. Yaklaşık yarım asırlık kariyerimde hayatın da böyle bir simülasyon olduğunu anladım. Hayat gerçekte yok, var olan Allah! Biz İslam’ı hayat şekli olarak kendimize mihver edinmiş bir kişi olma çabasındayız. Ama bu çabadaki sanatçılar mahkûmlar. Müslümanlar garip gelir, garip gider ya. O “garipliği” iliklerime kadar hissediyorum. Hamdolsun yine de bunca sene bu sabit kalma çabamızı bozmadık.
Konular Röportaj