Marki Necip Bey Yalısı yangınını Ahmet Ravalı yıllar önce kaleme almış
Sedat Peker, dün attığı bir dizi tweette yeniden Demirören ailesini hedef almış ve iddialarını 1983’e kadar geriye götürmüştü.
MedyaRadar'ın haberine göre Sedat Peker, Demirören’e ait Marki Necip Bey yalısı yangınının (7 Mart 1983) o zaman söylendiği gibi kaza olmadığını iddia etti. Peker, paylaşımında içindeki, çok değerli antikalar ve tablolar çıkarıldıktan sonra yalının bilerek yakıldığını ve fahiş fiyatla sigorta parası alındığını iddia etti.
Sedat Peker’in o mesajı şöyleydi:
“Lan pambıkören kendi yalınızı yakıp, içindeki fahiş fiyatla sigortalattığınız tabloların parasını alıp, sonra sözde yanan tabloları nereye gönderdiğinizi de anlatacağım. Sizi deli edeceğim.”
Facebook hesabından paylaşımda bulunan Ahmet Ravalı ise 1983’te Erdoğan Demirören’e ait Marki Necib Bey Yalısı’nın yandığı gün başından geçenleri anlatırken, fotoğraf çekmek isterken kendisine saldırdığını söylediği Yıldırım Demirören’in kafasına fotoğraf makinesiyle vurduğunu yazmıştı.
YALI SAHİBİNİN OĞLU YILDIRIM’IN KAFASINA YEDİĞİ FOTOĞRAF MAKİNESİ
Ravalı, anısını anlatırken "İşte tam bu görüntüleri kayıt altına alıyordum ki, sinema sanatçısı Mete İnselel’in gençliğini andıran bir tip, ‘löp löp’ bir şeyler hönkürerek üzerime gelmeye başladı. Ardında da onu takip eden bir kız var. Söylediklerini anlamaya çalışıyorum. Tahminimce, “Çekme, çekemezsin, niye çekiyorsun laannn” gibi bir şeyler söylemeye çalışıyor bizim oğlan... Duymamazlığa gelip devam ediyorum işime. Ama bizim eleman heyecanlı bir delikanlı. Üzerime yürüdüğü yetmezmiş gibi işi saldırıya dökmez mi... E tabi o zaman serde gençlik, çeviklik, atiklik ne ararsan var bizde de. Menfur saldırıyı ustalıkla atlatıp karşı atakla cevap veriyorum tabii haliyle. Saldırı silahı ise fotoğraf makinem. Öyle fotoğraf makinesi deyip de geçmeyin. Nikon F2 gövde, 180 2,8 mm tele, MD-1 motor, Metz 45 CT-1 flaş... Bu haliyle dev bir şey. Zamanın Cadillac’ı yani.
Yalı sahibinin oğlu Yıldırım kafasına yediği fotoğraf makinasının ağırlıyla acayip bir ses çıkararak yığılıveriyor birden yere. Kardeşi Meltem, “N’aptın abime” çığlıkları arasında bana saydırmakta. Löp löp oğlan kendini toparlayıp tekrar bana saldırmaya niyetinde ama karakol polisleri “yapmayın arkadaşlar, etmeyin gözünüzü seveyim” diyerekten devrede. Kamyonete yangından mal kaçıran yalı çalışanları ise sanki, “Oh olsun ellerine sağlık kardeş” bakışı atmaktalar sanki...
Yıldırım oğlan, “Sen görürsün, şikayetçiyim” diyerek polisleri üzerime salmaya niyetlense de, “Git derdini karakolda anlat, benim işim gücüm var” diyerek olay yerinden uzaklaşıyorum. Beni getiren araca binerek istikamet tam gaz Cağaloğlu... Nasıl olsa işi bitirmişim, haberi toparlamışım. Benden rahatı yok o dakikadan sonra." ifadelerini kullanmıştı.
İşte Ahmet Ravalı’nın yeniden gündeme getirdiği o paylaşım:
"Yalı yangınını denizden çekmek gerekir ki anlattığımız ihtişam (!) fotoğraf karesine sığsın değil mi... O yüzden çevredeki birkaç tekneye gazeteciler doluşmaya başladı. Kıyı Emniyeti ve Gemi Kurtarma’ya ait Söndüren-1 ve 2 gemileri denizden aldıkları suyu basıyor o esnada cayır cayır yanan güzelim yalının üzerine. Su öyle tazyikli ki ateşin de etkisiyle hayli zayıflamış yalının tahtaları havada uçuşuyor.
Yangının olduğu yer Marki Necib Bey Yalısı veya halk dilinde bilinen adıyla Markiz Yalısı.. İstanbul Beykoz’da, Anadoluhisarı Körfez Caddesi üzerindeki bu yalıyı XIX. yüzyıl sonlarında bir Fransız markisi yaptırmış.
Adından da anlaşılacağı gibi Necib Bey bir Fransız asilzadesi. Bu marki İslamiyet’i kabul etmiş ve Ahmet Necip ismini almış. Bu nedenle de Marki Necip Bey Yalısı olarak tanınıyor. Yalının mimarının bir İtalyan olduğu biliniyor.
Marki Necip Bey, Melike Aliye Hanım’la evlenebilmek için Müslüman olmuş biri. Yalının arkasında bulunan kuleli bina Necib Bey’in kışlık köşküymüş zamanında. 2 bin 400 metrekare arsası ve 700 metrekare oturumlu binası olan yalı 1978’den beridir de Erdoğan Demirören’in.
Ve o muhteşem yalı alevler içinde gözümüzün önünde kül oluyor... Huyum kurusun her ne kadar meslektaş da olsak diğer gazeteci arkadaşlarımla aynı teknede olmak istemedim. Çünkü herkesin çekim yaptığı aynı açıdan görmek istemedim. Bir de nerede çokluk orada b*k durumları söz konusu. O yüzden tek başıma bir tekne kiralayıp açıldım denize ve başladım çalışmaya... Birkaç makara filmi bitirdikten sonra iş rutine dönmeye başladı. Aynı deniz, aynı yalı, aynı su sıkan gemiler... Başka bir şey yok. Yalının çökeceği de yok zaten. O yüzden teknenin kaptanına beni karaya çıkartmasını söyledim.
Denize bakan cephesindeki görüntü tamam da arka tarafta ne var? Bütün merakım bu... Benden başka da merak eden yok nedense...
Neyse, kaptan beni bir ya da iki yalı öteden rıhtıma yanaşarak karaya çıkardı. Parasını ödeyip hızla dar bir sokağın arasından yalının karadan girişinin olduğu yere ulaştım. Ki ne göreyim. Asıl haber, görüntü burada.. Daha önce çektiklerim manzara fotoğrafı kalıyor buradaki görüntünün yanında. Manzarı şu; yalının ön tarafında yangın olduğuna dair herhangi bir durum yok. Sadece nereden, nasıl ve ne zaman geldiği belli olmayan bir kamyonet var. Birkaç karakol polisi de kapının önünde. Ama yalıda hummalı bir çalışma var. Yalı çalışanları ha bire içeriden çıkardıkları eşyaları kamyonete yüklüyor. Eşya dediğime bakmayın siz. Altın varak çerçeveli tablolar, çiniler, vazolar, antikalar... Aklınıza gelebilecek tarihi eserler kamyonete yükleniyor.
Gazeteciyiz ya şeytanın avukatı da olmak gerekiyor haliyle. Ama durum apaçık ortada. Kelimenin tam anlamıyla yangından mal kaçırılıyor. Belki de kaçırılan bu tarihi eserler ve antikalar “yangında kül oldu” denilerek sigortadan para kopartılacak. Orasını bilemem. Benim işim gördüğümü çekmek, yazmak, araştırmak... Gerisi polisin, sigorta şirketinin işi...
İşte tam bu görüntüleri kayıt altına alıyordum ki, sinema sanatçısı Mete İnselel’in gençliğini andıran bir tip, ‘löp löp’ bir şeyler hönkürerek üzerime gelmeye başladı. Ardında da onu takip eden bir kız var. Söylediklerini anlamaya çalışıyorum. Tahminimce, “Çekme, çekemezsin, niye çekiyorsun laannn” gibi bir şeyler söylemeye çalışıyor bizim oğlan... Duymamazlığa gelip devam ediyorum işime. Ama bizim eleman heyecanlı bir delikanlı. Üzerime yürüdüğü yetmezmiş gibi işi saldırıya dökmez mi... E tabi o zaman serde gençlik, çeviklik, atiklik ne ararsan var bizde de. Menfur saldırıyı ustalıkla atlatıp karşı atakla cevap veriyorum tabii haliyle. Saldırı silahı ise fotoğraf makinem. Öyle fotoğraf makinesi deyip de geçmeyin. Nikon F2 gövde, 180 2,8 mm tele, MD-1 motor, Metz 45 CT-1 flaş... Bu haliyle dev bir şey. Zamanın Cadillac’ı yani.
Yalı sahibinin oğlu Yıldırım kafasına yediği fotoğraf makinasının ağırlıyla acayip bir ses çıkararak yığılıveriyor birden yere. Kardeşi Meltem, “N’aptın abime” çığlıkları arasında bana saydırmakta. Löp löp oğlan kendini toparlayıp tekrar bana saldırmaya niyetinde ama karakol polisleri “yapmayın arkadaşlar, etmeyin gözünüzü seveyim” diyerekten devrede. Kamyonete yangından mal kaçıran yalı çalışanları ise sanki, “Oh olsun ellerine sağlık kardeş” bakışı atmaktalar sanki...
Yıldırım oğlan, “Sen görürsün, şikayetçiyim” diyerek polisleri üzerime salmaya niyetlense de, “Git derdini karakolda anlat, benim işim gücüm var” diyerek olay yerinden uzaklaşıyorum. Beni getiren araca binerek istikamet tam gaz Cağaloğlu... Nasıl olsa işi bitirmişim, haberi toparlamışım. Benden rahatı yok o dakikadan sonra.
Gazeteye geliyorum. Filmler doğru banyoya... Toparlanan bilgiler haber haline getiriliyor tarafımdan. Ne olduysa, ne yaşandıysa o yani. Kelimesi kelimesi habere dökülüyor yazı işlerine gönderilmek üzere haber müdürüne teslim ediyorum. Bir süre sonra Yazı İşleri Müdürümüz rahmetli Doğan Heper, Yıldırım Demirören ile yaşananları öğrenmiş ki bana geliyor. Yıldırım’ın babası Erdoğan’ın patron Aydın Doğan’ı arayıp beni şikayet ettiğini anlıyorum. Bire bin katarak anlatmış utanmadan. Derdi beni yemek. Patron katında beni yemek amacı. Ama Doğan abi Aydın beyin gerekli cevabı verdiğini ve uzlaşma sağladığını, oğlunun da şikayetinden vazgeçirildiğini anlatıyor. Yediği dayağı hazmetmiş demek ki!.. Ortamda bir, “sana patron sahip çıktı” havası var yani anlayacağınız. Genç adamız ya böyle sanıyoruz büyük bir saflıkla.
Ertesi gün gazeteye bakıyorum. Haliyle Zonguldak’taki grizu patlaması ve 79 şehit madenci haberi manşetteki yerini almış. (Sonra bu sayı 103'e çıktı) Birinci sayfanın eteğinde de benim haber, “Tarihi Markiz Yalısı yandı” şeklinde yer alıyor. Haber içeriye dönmemiş bile. Devamı yok... Kaçırılan, kamyonete yüklenen antikalardan da tek satır bile söz edilmiyor. Haber yazı işlerinde iyice bir traşlanmış yani. Baba Erdoğan Demirören’in patron Aydın Doğan ile görüşmesinden sonra ödenen diyet bu belli ki. Ben hâlâ, “patron bana sahip çıktı... Helal olsun adama” modundayken hem de... Birinci sayfadaki bu resimaltı haber kendime getiriyor beni doğal olarak!..
Bütün bunları niye anlatıyorum peki... Ununu elemiş, eleğini duvara asmış, hatıralarıyla da kafa şişiren adam modunda olmak istemem hiç. Ama seneler önce Milliyet’i alan Demirörenler, dün de Hürriyet’i teslim almış. Er-Doğan medyasının çatısı da tamamlandı yani anlayacağınız. İmza töreninde Aydın Doğan’ın kızı ile Erdoğan’ın aramızda eskiye dayalı bir hukukumuz (!) olan oğlu Yıldırım ve kızı Meltem varmış. Bunu görünce haliyle bu anı geldi aklıma da bi anlatayım dedim. Yani seneler sonra yayınlanmayan bir haberin ve o haberin background’unda yaşananlar bunlar. Bizler bugün varız, yarın yokuz. Tarihe bir not daha düşelim dedik. Bu yazıyı yazmak da Öldürülen Gazeteciler Günü'ne denk geldi. Gün itibariyle öldürülen gazeteci yok ama an itibariyle gerçek gazetecilik öldü... Yaşasın Er-Doğan medyası!.."