Ayça Bingöl'ün hazinesi gözlerinde gizli
Ekranda dönem dizileriyle görmeye alıştığımız Ayça Bingöl, Vogue dergisinin moda çekimi için kamera karşısına geçtiğinde “İnsanlar 40 yaşından sonra oyuncu oluyor. Ben de model oldum” diyor.
Ayça Bingöl’ün gözleri, Venedik Sarayı’nın tarih kokan
odalarında dolaşırken sürekli anlam değiştiriyor. ‘Öyle Bir Geçer
Zaman ki’ dizisinde yaşadıklarıyla toplumsal vicdanı ayağa kaldıran
Cemile karakterinin neredeyse tüm psikanalitik tahlilini bu
gözlerde görmeye alıştığımdan, merakla takip ediyorum. Kâh
hüzünleniyor sisli gözleri, kâh endişeleniyor, kâh neşeleniyor...
İşte o an bir kez daha anlıyorum: Aslında Cemile’nin dramı bu
gözlerde başlıyor.
Moda editörümüz Ece Sükan da benimle aynı şeyleri hissetmiş olmalı
ki, bu çekim için Charlotte Rampling’den ilham almış. Avrupa
sinemasının aykırı isimlerinden Rampling de tıpkı Ayça Bingöl gibi
dramatik karakterleri gözleriyle oynayan, bazen neredeyse hiç
konuşmadan duygularını dakikalarca bakışlarıyla anlatan bir oyuncu.
Aralarındaki benzerliği düşünürken, Bingöl’ün heyecanla bize doğru
geldiğini fark ediyorum.
“İlk moda çekimim”
“Bu benim ilk moda çekimim” diyor.
“İnsanlar 40 yaşından sonra oyuncu oluyor. Ben de model
oldum.” Sanki elini kolunu nereye koyacağını bilemiyor.
Ama o da hazinesinin gözlerinde gizli olduğunun farkında.
“Size pek bir şey sunamayacağım. Birkaç bakışımla idare
edeceksiniz artık.” Zaten Ece Sükan ve Fransız fotoğrafçı
Antonin Guidicci de en iyi kareleri yakalamaya çalışırken bu
bakışları kullanıyor: “Önce biraz sert bak, sonra biraz
duygulan. Bedenini rahat bırak, gözlerin anlatsın.”
Henüz 38 yaşındaki bu genç kadın önce ‘Samanyolu’, sonra da ‘Öyle
Bir Geçer Zaman ki’ dizileri boyunca çocukları olan, olgun bir anne
olarak çıktı karşımıza. Üstelik kaderin oldukça acımasız
davrandığı, acıların peşini bir türlü bırakmadığı çileli bir anne.
Oysa Venedik Sarayı’nda neşeli, esprili, keyifli bir Ayça vardı
karşımızda. O da rollerindeki gibi acılarla büyüyerek mi bugünlere
gelmişti, yoksa hayatın iyi davrandıklarından mıydı?
Cemile’de annesinin izleri var Ayça Bingöl İstanbul’da, Moda’da
dünyaya gelmiş. Annesi çalıştığı için babaannesi ve dedesiyle
büyümüş. “Torun olarak yaşadığınız bir evde ayrıcalıklı bir
ilgiyle büyüyor ve doğal olarak şımartılıyorsunuz” diyor,
çocukluk yıllarını anımsarken. 17 yaşına kadar tek çocuk
olmanın bütün avantajlarını yaşamış. “Buna rağmen yalnız
bir çocukluk geçirdim. Kendi kendime oyunlar icat ederdim. Gazoz
kapaklarıyla kalaycılık oynardım. Meraklı bir çocuktum.
Sanırım bu merakım oyuncu olmamdaki en büyük
faktörlerden.”
17 yaşındayken kız kardeşi Ilgın katılmış aileye. Çocuk sahibi
olmamasına rağmen anne rolünü bu kadar iyi oynamasında kardeşinin
payı büyük. Aralarındaki yaş farkından dolayı Ilgın’ın hem ablası
hem annesi olmuş. Peki ya annesi? Cemile karakterinde kendi
annesinden de izler yok mu? “Canlandırdığım rolde elbette
annemden izler var. Cemile’nin çocuklarına duyduğu sevgiyi ve
kızgınlığı gösterme biçimi annemi çok andırıyor”
diyor.
İdealist tiyatro öğrencisi Annesinin sadece bu rolde değil, bütün hayatında izleri derin. Sanata düşkün bir kadın olarak her fırsatta kızını sinemaya, tiyatroya götürerek ona oyunculuk tutkusunu aşılayan annesi olmuş. “Hafta sonlarını iple çeker, hayaller kurar, yaşadığım hayatın dışında bambaşka bir gerçekliğe çekilirdim. Sanırım hayatta en büyük yönlendiricim annem oldu.” İTÜ’de devam ettiği kimya öğrenimini bırakıp konservatuara girdiği dönemlerde idealist bir tiyatro öğrencisiymiş. Geri dönüp baktığında çok değerli hocalarla çalıştığı için kendini şanslı buluyor. Aldığı bu sağlam temel, oyunculuğunda çeşitlilik sağlayabilmede en önemli aracı olmuş. “Bu farkındalık zamanla oluşuyor. Konservatuarda hedeflerim vardı. Ama belli bir noktaya gelebilmek için sadece doğru zamanda doğru yerde olmak yeterli değil. Hazır ve antrenmanlı olmak gerekiyor. Daha mezun olmadan Dormen Tiyatrosu’nda çalışmaya başladım. Sonra sırasıyla Yeditepe Oyuncuları, Tiyatro Fora, Duru Tiyatro ve Tiyatro Stüdyosu geldi.”
Onun anahtarı samimiyet
Kendisini hiç Cemile ile karşılaştırıp karşılaştırmadığını merak ediyorum. Şefkatli, merhametli ve anaç yanlarını ona benzettiğini ama çoğu zaman onun kadar gözü kara ve cesur davranamadığını söylüyor. Peki, hiç yaşamadığı, bilmediği bir dönemde, hiç yaşamadığı, bilmediği annelik duygusunun ağır bastığı bir rolü nasıl bu kadar gerçekçi oynayabiliyor? Hayatı dram üstüne dram olan bir kadını hangi yaşanmışlıklarla bu kadar iyi canlandırabiliyor? “Samimiyet en büyük anahtarım” yanıtını veriyor. “Sevgili hocam Yıldız Kenter, ‘Bir katili oynuyorsanız vızıldayan bir sivrisineği yakalayıp öldürme anınızı hatırlayın’ derdi. Bunu hiç unutmadım. Yaşadığım, hissettiğim, başıma gelen her küçük olayı cebime atıp saklarım. Çünkü benim yaşadığım her şey bir dramaya konu olacak kadar büyük olmasa bile, çıkış duygusu ve onun gerçekliği bana yol gösterir.”
Şebnem Denktaş