Oya Tolga'dan önemli tüyolar!..
Oya Tolga'dan önemli tüyolar!..
İstanbul Beşiktaş’ta; Spor Caddesi’nden Valide Çeşme’ye ulaştığımızda İstanbul’un en karakteristik binalarından biri olan Deniz Apartmanı’na giriyoruz. Bir üst kata ulaştığımızda üstat Oya Tolga, sıcacık gülüşüyle kapıda karşılıyor bizi.
Pırı pırıl makyaj stüdyosuna girdiğimizde, cıvıl cıvıl öğrenciler ve kocaman sakin kedilerle buluşuyoruz. Bizim Oya Hanım’la tanışmamız çok eskilere dayanıyor. Rahmetli Necip Fazıl Kısakürek’in merhume kızı Ayşe Kısakürek’in modayla uğraştığı yıllar hâlâ gözümün önünde. Oytun Turfanda’nın koreografisi yaptığı Hilton Oteli Balo Salonları’ndaki defile anılarımızı yâd ederken Oya Tolga hemen lâfa dalıyor.
“Evet, yıllar sonra Yıldırım Bey, seni bana tanıştırmaya getirmişti. Ben de yıllarca hep dost, şeker bir arkadaşı sorgulayıp durmuştum. O çocuk nerede acaba diye?”
- Ha ha, evet… 1980 sonrası, mecburi sürgün yıllarıydı.
O günü hiç unutmam. Yeniden karşılaştığım günü. Resmen uçmuştum sevinçten.
ÇİRKİN ŞEY GÖRMEK İSTEMEM
- Çok anımız var ama hemen sormalıyım, bilmeyen olur diye: Oya Tolga kim?
İçsel olarak sevgi dolu, her şeyi seven, güzel olana bayılan bir yaratık. Güzeli görmek, bulmak isteyen bir insanım yani. Beni hiçbir şey mutsuz etmesin isterim. Mesela çirkin bir şey görmek istemem.
- Onun için mi makyaj yapıyorsunuz?
Belki de. Bak, bunu hiç düşünmemiştim. Hep şunu haykırmak istemişimdir; “Akıllı bir kadın güzel görünür!”
“Ben çok akıllı, entel bir kadınım; güzel olmam gerekmiyor.” Yok öyle bir şey. Güzellik ve bakım daima öncelik sağlıyor toplum içinde. Zaten doğadan gelen güzellik, güzellik değil artık. Çünkü alışılmış bir güzellik kılıfı da var. Nasıl ki vücuduna göre kıyafet giyiyorsan, yüzünün de karakterine göre bakımlı olması lazım. İşte bu yüzden eğitim veriyorum. Düşün ki siz gidip birine makyaj yaptırıyorsunuz. Bakalım o siz misiniz? Ama sizi siz yapan bir makyaj, daimi kullandığınız bir şeydir. Anatomik yapınıza uygun düşen bir makyajın temelini bilmek zorundasınız. Sabah başlanan bakım şöyle devam eder: Gündüz alışverişe bile giderken kullandığınız bir çizgi, onun üstüne ilave edilenlerle kokteylden geceye uzanır... Aşamalı olarak tabii bu çizgiler. Anlamak çok basit aslında. Makyajla gittiğiniz bir yere bir de makyajsız gidin. Gösterilen ilgi ve alakadan hemen anlarsınız. Yani bu iş hafife alınacak bir kaporta boyası değil.
HD KAMERALAR AZAP GİBİ
- Bu yüzden mi televizyonlarda makyajsız kimseyi göremiyoruz yani? Saygınlık için mi boyanıyorlar?
Televizyon makyajı tamamen bir teknik zorunluluk. Hele şimdiki HD kameralar ‘Allah’ın gazabı’ gibi... Bir böceğin en incecik tüyünün bile göründüğü bir teknik var. İnsan üstünde korkunç sorunlar yaratıyor. Ona göre özel malzeme kullanımı da gerekiyor. Çok büyük bir sektör. Neredeyse gıda sanayi kadar bütçeler var.
- Ama zaten dünyayı farmakoloji ve kimya monopolleri sayesinde yönetiyorlar. Desenize ‘yüzümüze gözümüze de bulaştılar.’ Siz, yıllardır moda dergilerinden reklâm filmlerine, defilelere dek sınırları aşmış bir üne sahipsiniz. Ama madem yüzgöz olduk bir de plastik makyaj uzmanlığınızı sormalıyım?
Daha çok uzun metrajlarda kullanılıyor. Hani ben güzellik meraklısıyım ya, bir insanı yaşlandırmak tersime geliyor. Ama profesyonellik söz konusu olunca mutlaka yapılacak. Mesela beni kan tutarmış. Hiç bilmiyordum. Gülriz Sururi ile daha önce Edith Piaf’ın da oynadığı müthiş performanslı filmin işindeydik. Orada yine önceden erkek oyuncu Marcel Cerdan’ın canlandırdığı bir rol de vardı. Ayıp olacak şimdi aktörün adını hatırlamadım. Boksör karakteriydi. Yumrukları yedikçe yüzü gözü kan revan içinde kalacaktı. Kayıtları kameradan izlemeye başladım. Nasıl göründüğünü kontrol ederken, başım döndü fenalaştım. Sevmiyorum öyle işleri ben; güzelliklerin aşığıyım. Ha, bir de Nevra Serezli’ye bir cadı makyajı yapmıştım. Çok gülmüştük. İnsanın değişimini seviyorum. Asla dövme yaptırmam bir de ha… Değiştiremez ki onu insan.
O arada zarif çiçekli porselen fincanlar tazeleniyor. Biraz ara verip kızların birbirlerine makyaj uyguladığı eğitim bölümüne geliyoruz. Binanın serseri kedisi ‘Arap’ da daireye dalmış ve ortalık bayağı bir karışıyor. Tekrar her şey yoluna girdiğinde, masa başındaki yerimize dönüyoruz. O arada duvarlardaki resimler yaşanmışlığın adeta belgeleri olarak bize bakıyorlar.
ZEKİ MÜREN’İN KUMRU HANIMI
- Bakıyorum da Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Sakıp Sabancı, Ajda Pekkan, Zeki Müren ve diğerleri sanki bizi dinliyorlar. Kimler geldi, kimler geçti?
Sayın Demirel mi? Çok enteresan. 97 ya da 98’de çekildi o fotoğraf. Nazlı Ilıcak’ın haftalık bir programı vardı televizyonda ama imza tarihi 2011. Çünkü ancak o zaman gönderebildik birbirimize. Zeki Müren’e gelince, o benim dostumdu ve bana hep ‘Kumru Hanım’ derdi. Şimdi her kumru gördüğümde onu hatırlarım. Bir de ses kayıtları var hâlâ saklarım. Telesekretere bıraktığı mesajlarda bile, o ne Türkçe, o ne ahenk! Mesleğimin en önemli tarafı bana kimsenin ulaşamadığı insanları tanıma ve dost olma şansı vermesi; ki bunlara sen de dâhilsin. Daha 17 yaşındaydın ve senin nerelere ulaşabileceğini herkes fark etmişti. Bu da senin farklı ve garip beyin yapın. Ortalığı çorba edip tekrar düzeltip yepyeni bir lezzet üretiyorsun.
- Çok teşekkür ederim, mahcup oluyorum ama biz sohbete dönelim. Malûm her yerden görsel kirlilikle sarıldık ya… Biraz da günümüze, yani Türk kadınına bakalım. Şu aşırı estetikli, aşırı boyalı, sadece aksesuarla giyinen çanta-ayakkabıyı moda sanan kadınları konuşalım…
Kardeşim Alpay, Paris’te yaşıyor 25- 30 senedir. Türkiye’yi çok özlüyor üstelik. Fransız vatandaşı artık. Ziyarete geldi. “Çok özledim Nişantaşı”nı dedi. “Hadi, bir gidip kahve içelim. Havasını teneffüs edeyim.” Ben biliyordum aslında ne olacağını. Koklanacak hava yok artık orda. Türk’e dair bir şey de yok. Ağır kokuyor. Neyse gittik, oturduk, bir şeyler içiyoruz. Bir kadın geçti. Gayri ihtiyari baktık ama bahsetmedik bile, sohbete devam ettik. Arkadan bir kadın daha geldi geçti. Aynı kadın bir daha geçti, bir daha geçti… Bir kez daha geçince ikimiz de göz göze kaldık. “Hayır” dedik, “Bunlar aynı kadın değiller ama aynı gibiler.” Sanki aynı kadın, ayrı ayrı giysilerle geçiyor gibiydi. Tek başıma olsaydım, “Oya artık sen yaşlanıyorsun” derdim ama ikimiz de aynı şeyi hissettik. “Bunları kim bu hâle getiriyor?” diye sorduk birbirimize.
DOĞAL VE TAZE GELİNLER
- Bu benzerlik ahlâkta da erozyona yol açıyor. Kadınlar bu kadar birbirine benzeyince erkekler onları karıştırıyorlar sanırım. Ama biz masumiyete dönelim, yıllardır ortak çalışmamız olan gelinler var. Her yeri, al pul, yeşil-mavi boyalı, kan kırmızı dudaklı makyajlar görüyoruz. Nedir gelin makyajı?
Evet, çoğunlukta bu var. Senede 250 bin çift evleniyor. Ama çok azı bunun farkında ve doğruyu istiyor. Çok doğal ve taze kalınması şart. Yok gibi davranılan bir teknik. Benim en büyük özelliğim silinceye dek hiçbir şey olmamasından ve bozulmamasından anlaşılıyor. Zeminin hazırlanması, tonlama, dekoltenin bütünü gözler ve dudaklar... Yani gelini gören “Ne kadar güzel makyaj” derse iş kötüdür. “Ne güzel bir gelin” derse iş başarıya ulaşmıştır. Nasıl ki sizler elbiseyi ikinci cilde çevirirken, ben de makyajı ikinci cilde çeviriyorum. Yeni bir moda türetmişler. Geliyorlar, “Demo yapıyor musunuz?” diyorlar. “O ne demek?” diyorum, “Prova makyajı” diyor. Olur mu böyle şey? Elbise yok, baş yok, saç yok, makyajı görelim beğenirsek yaptıralım? Ben o heyecanı nasıl yaşarım ki ortada düğün yokken?
- Ha ha! Çok komik. Siz bir burnumu ameliyat edin, beğenirsem yaptırırım gibi yani... Bizde de çok var öyle densiz. Her sektörde de var zaten. Fikir hırsızlığı, bilgi hırsızlığı doğal hale geliyor. Ama dikkatimi çeken bir şey daha var. Kapalıçarşı’da bile dünya markaları kozmetik zincirleri açıyorlar ve her yer makyaj uzmanı doldu. Her yerde de açık parfüm ya da acayip ucuz ve kalitesiz ürünler satan mağazalar var. Nedir sektörün durumu?
Çalıştığım büyük firmalar var. Bunlar akıllı davranıp doğruyu buluyorlar. Diğer meslektaşlarımdan beni ayıran en belirgin özellik kozmetikte de yıllarca çalışmış olmam. Her sürecinde bulundum.
- Ama metrekareye üç modacı, iki ‘imaj maker’, dört PR’cı, birçok blogger, moda fotoğrafçısı falan düşüyor artık? Nedir bu niteliksizlik?
İnşallah onlar da öğrenir ve daha iyisini yaparlar. Geçmişinde bilgi, teknik, yatırım yoksa ancak birileriyle kavga ederek gündeme gelirsin. Benim için ‘demode’ bile dediler. “Artık yaşlandı” dediler. Bir buluşun, teknik bilginin geçmesi asla mümkün değildir. Tekerlek yuvarlaktır. Bunu söylerken, bu işi bilmediklerini açıklıyorlar.
O arada kızların dersi de bitiyor. Kısa bir sohbet arasına daldığımızda 10 yıl önceden; Alanya’dan tanıdığım bir genç kızın da orada olduğunu öğreniyorum. Dayısının düğünündeyken nedime olduğu zamanları ve benim haylazlıklarımı yâd ediyoruz. Kızlar ayrıldıktan sonra aklımda olan birkaç soruyu daha planlarken, beyaz kedi kucağımdaki yerini de alıyor.
- Makyaj da kostüm gibi, tiyatro ve operayla başlayan bir sanat. Hatta insanlık kültürünün en eski makyajları masklarla belgeli. Çok üzülüyorum sanata yapılan bu saldırılara. Bir de kandırmacalar da var ortada. Nasıl örnekleriz?
Sorma Barbaros… Bu hepimizi üzüyor. Mesela, “Fondöteni fırçayla sürün” diyen var. Fırça üreticileri yapıyor bunu üstelik. Yahu malzemenin yarısı fırçaya yapışır ve atarsın sonunda o fırçayı. Baz makyajlar sadece ve sadece elle uygulanmalı. Sünger de, bakteri üretir doğru kullanılmazsa.
BİR ÇİZGİ ÇOK ŞEY DEĞİŞTİRİR
- Yeniden Türk kadınına dönelim. Dünyayla kıyasladığımızda durum ne?
Eskiden Avrupalı kadın çok bakımlıydı. Yurtdışına gittiğimde, sokağa çıkarken bile titizlenirdim. Eksik ya da bakımsız kalmaktan korkardım. Küreselleşme ve göçlerle Avrupa’da da bakımsız, karma garip toplum oluştu ama Beyrutlu kadınlar hem çok şık hem de çok bakımlılar. Bu oluşumlar sanatta tam tersini sergiliyor maalesef. Bizdeki çıkışlar farklı. Bizim kadınlarımız, çok özel olmalarına rağmen piyasada yoklar. Piyasaya çıkanlar kendilerine abartılı bir şey yapmayı yeğliyor. Çok fazlalar. Çok gösteriş seviyorlar.
- Saç ve makyaj, karı- koca mı?
Metres gibiler. Aşkları ölmez. Düşün. Doğru tonları bir araya getiremezsen kaos çıkar. Doğru şeyleri doğru yerlere koymak için özen gösterilmelidir. Bir göze çekilen çizgideki yanlış, yaşlı ve üzgün ifade yapabileceği gibi, doğru çizgi; mutlu, güçlü ve sağlıklı bir bakışı belirginleştirir. Ben hep öğrencilerime, “Gözleri doğru yere koyun. Yerine yerleştirin” derim. Elbisede beli, göğsü, doğru yerine koymak gibi. Topuzu doğru toplamak gibi. Göz ve çene arasındaki mesafe uzunsa, yana doğru gölgeleyip aşağı doğru çekerek ancak doğru etkiyi yapabilirsin. Yalnız bir konu var, Türk kadını kaşlarını yok ederek bütün güzelliğini imha ediyor. Kaş asla üstten alınmaz, küser! Üstteki ince kılları iple alarak kaşı adeta köse ediyorlar. Kaşlar alttan alınarak düzeltilir ki yukarı doğru kalksın ve üstteki tüyler güçlensin. Zaten böyle yapınca da bir müddet sonra tamamını kaybediyorlar ve dövme yaptırmak zorunda kalıyorlar. Onun da rengi atınca, ya kırmızı, ya lacivert garip bir çizgi kalıyor geleceğe. Doğa en doğruyla yaratır. Daha fazlasını isterken ellerindekilerden de oluyorlar. ‘Midyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak’ işte.
Kaş yaparken göz çıkarmamak için artık ayrılmam gerektiğini anlıyorum. Sıcacık bir dostluk ve harika duyguların içinde Deniz Apartmanı’ndan çıkıp, Valide Çeşmesi’nin köşesindeki hunharca budanmış asırlık çınarın gölgesini arıyorum. O bile çıplak ve yapraksız kalmış. Yakıcı güneş alnıma boncuk boncuk ter koyarken, otobüsüm geliyor. Semtten midir bilinmez, ter kokmayan temiz bir otobüse binerek yoluma devam ediyorum…
Barbaros Şansal