Safa Önal ile anılara yolculuk...

Sayısız senaryoya imza atan ve sinemaya aktarılan 395 aşkın senaryosuyla Guinness Rekorlar Kitabı'na girmeyi başaran Safa Önal ile hatıralarda bir yolculuk...

Safa Önal ile anılara yolculuk...
395 film ile Guinness Rekorlar Kitabı’na girdiniz. Bu konuda dünya çapında üstat kabul ediliyorsunuz. Size göre senaryoda mekânın önemi nedir?

Senaryoda konu öne geçer, konunun en yüksek noktası neresi ise ona göre seçilen mekân en önemli mekân olur; yani mekân konunun önüne geçiyorsa orada arıza vardır. Mesela iyi yönetmenler, iyi sinemacılar, deneyimli sinemacılar çok önemli sahneleri o güne kadar hiç görülmemiş yerlerde çekmezler; seyircinin dikkati dağılır, arkaya bakar. Ihlara vadisine bakar, heykellere bakar, o sırada önde senin kahramanların da çok önemli bir şey konuşmaktadırlar; yarısı gider. Mekân konunun oyunun ve diyalogun önüne geçtiği zaman tehlike başlar. Onun için en önemli mekân neresidir lafının cevabı, konunun en önemli bölümlerinin geçtiği yerlerdeki mekânlar deriz.

Sizin film çekimi için gidip de çok etkilendiğiniz bir yer...

Bir cingöz Recai filminde Yedikule zindanlarında çalışmıştım. İlk gidişimdi; ne yazık ki daha görmemiştim orayı. Çekimden önce gidip gördüm. Böylesine bir yerin insan elinden çıktığı; böylesine dehlizlerin, mazgalların, koridorların, karanlıkların ve derin kuyuların… Mesela 1631 seferinden sonra öldürülen padişahın kellesinin kesildiği ve atıldığı kuyunun başında durduğumu hatırlıyorum. Bir de plaka vardı: burada hayatı bitirilmiştir diye. Dâhili mekân olarak beni en çok etkileyen o olmuştu. Konuya uygun seçebildiğiniz bir karlı dağ manzarasından, bir denizin içinde çalışırken ufacık kayıkla girdiğiniz bir mağara ağzına kadar sizi etkilemeyen hiçbir şey yoktur.

Yurt dışına çıktınız mı? Çok görmek istediğiniz bir ülke var mıydı?

Hayır. Hiç! Çıkmadım. Benim gençliğimde dünyayı en çok gezenlerden biri Hikmet Feridun Es idi. Onunla geçen bir konuşmamız esnasında bütün dünyayı gezdim; bir yer çok etkilidir mutlaka orayı görmelisin dediği bir yer vardır: Singapur. Merak ettiğim yerlerden biri de New York Metropolitan müzesi.

Eski bir İstanbul beyefendisi olarak İstanbul’da sizi en çok nereler etkiliyor?

Her yer. Yalnız bir semtini sevmek için bile ömrümüz kısa…  Yani önde gelen üç-beş yeri söylenir, ya da beş-on yeri söylenir. Oralara gidip, gelirsiniz. Bir alışkanlık içinde. İtiyatlarınız vardır, böyle yetişmişsinizdir, öyle görmüşsünüzdür. Sonra hiç umulmadık bir günde, hiç aklınıza gelmeyen bir semtine gitmişsinizdir, şaşar kalırsınız; yahu ben daha önce burayı niçin görmedim diye. O konuda Yahya Kemal önderlik etmiştir bana. Şairliğinin dışında yaşam ustasıdır. İstanbul semtlerini yazmıştır ama o semtlere gidip oturarak, o semtin kahvesinde, o semtin lokantasında, o semtin bir kır bahçesinde oturup, orada yazmıştır öyle olunca tadı iyice çıkmaktadır.

Seyahat, yol, yolcu size ne çağrıştırıyor?

Önce kendi dünyamızı iyi tanısak! İnsanlar tutsak gibi hissetmek yerine, bazen kanat çırpıp o mekândan uzaklaşmak, yaşadıkları yerlerden çıkmak, yani biraz etrafı görmek gibi bir duygu. Biraz değiştirmek düpedüz hayatını… Bir hevesim olabilir. Kutba doğru, Moskova’dan binilen bir trenle, trenden hiç inmeden, yalnız ara istasyonlarda, tundralara doğru giderken, oralardaki ufak ahşap istasyonlarda inip sağa sola bakınarak, az uyuyarak, restoranında oturarak, arada bir şeyler içerek, o tadı almak, aklımın bir tarafında o var. Yeni yeni iki yıldır bende beliren bir duygu. Çağrılmadan önce bunu bir deneyebilirim.

Nasıl sığdırdınız, sınırlı bir insan ömrüne bu kadar başarıyı?

Çok açık bir şey söyleyeyim. Bu bir övünmedir. Benim kadar ödül alan kimse de yoktur. Ben bütün “Yaşam boyu onur ödüllerini, bütün sinema birimlerinin ödüllerini, bütün üniversite ödüllerini, pek çok ildeki sinema şenliklerinin ödüllerini, İtalya’da Uluslararası Bordighera Festivali’nde Gümüş Palmiye’yi, “Ah Güzel İstanbul” gibi o enfes künt film ile Kültür Bakanlığının Kültür Sanat Ödülünü aldım.

Safa Önal Sinema Müzesi gerekiyor o zaman size…

Şimdi bunu düşünmem lazım. Cenap Şabettin, “fazla mütevazı olmayın, sahi zannederler” diyor. 5000’e yakın ödülüm var. Bir de çok malzemem var. Ben Babali’den geldim, yokuştan. On dokuz yaşındaydım, Türkiye’nin en çok satan ve içeriği en zengin haftalık dergilerinde devamlı öykü yayınladım. Yani elimden geldiği kadar ipekböceğinin kozasını örmeye çalıştım. Geriye dönüp bakınca boşa geçen zamanın yok.

Yazmak için, düşünmek için, ya da sıkıldığımız bir ortamı terk etmek için reçeteye yazılan bir ilaç gibi gezmek, başka bir ortama girmek. Aslında istediğimiz şey özlemek, bulunduğumuz ortamın belki de kıymetini anlayabilmek… Ben öyle görüyorum, siz ne düşünürsünüz?

Çok zor bir iş yapıyorsun, yani vahiy gibi bir şeydir senaryo. Şakası yok yani, sen bir şey uyduruyorsun. Onu insanlar seyrediyorlar, ondan heyecanlanıyorlar, etkileniyorlar, kızıyorlar, ağlıyorlar, seviniyorlar. Onun için aynı yerde değişik hayalleri kurmak zor bir şey. Mekân değiştirmek derken bu kahveden çıkıp başka bir semtin kahvesine gitmek değil, kent değiştirmek. Üç gün beş gün ama mutlaka değiştirmek gerekiyor. Yoksa kendini tekrar etmeye başlarsın.

Gitmek mi zor, Kalmak mı?

İkisi de zor. İnsan çaresiz. Gitmek istemiyor. Sonra bir bakıyor ki, bıkıyor. Yedi kartal ömrü vardır peygamberler tarihinde. Yedi kartal ömrü ister, o da gider. Gidilir…

Sinemada yolculuk gibi değil mi?

Roman da öyle, öykü de öyle, destan da öyle. Türküler ve şarkılarda da vardır. İnsan böyle kendini anlatmakta. Ya avunmakta, ya teselli aramakta, ya ağlamakta, ya sevinmekte. Yani ölüm matemi ile düğün sevinci için bile müzikler yapıyor. Romanlar şiirler yazıyor, ağıtlar yakıyor. Çünkü ne kadar kalabalıklar içinde, büyük ailelere sahip olsa da insan bir birey, bir kişi. Ne kadar çok omuz omuza da yaşasa bir kişi. Eğer bir sevinç varsa en çok o duyar, bir acı varsa o çeker. Ağrı, sancı, matem, ayrılık, kaybetme, kazanma, hepsi tek tektir. Sonrada tek bir kutuya konur, biter. Bunca insan bir şeyleri paylaşmak, bir şeylerle çoğalmak, bir şeylerle beraber olmak ister, yaşam biçimine aksettirir. Giyimine kuşamına, şarkısına, manisine, senaryosuna, sinemasına, tiyatrosuna, müziğine, operasına, balesine nelere katmıyor ki! Hepsiyle uğraşıp, hepsinden kendine bir pay çıkarıp, kendi dünyasına uygun olanları seçip, böyle bir dünyada yaşayabildiği kadar; biraz dertsiz, biraz ağrısız, biraz sancısız yaşamaya çalışıyor. İnsan çok çaresizdir, çok yalnızdır, imkânları da çok sınırlıdır. Aya varsa ne olur, Uranüs’e, Güneş’e gitse ne olur? Umutsuzluk içinde konuşmuyorum. İnsan kendi gerçeğinin farkında olmalı ve kendi mutluluğu, kendi saadetini o sınırların içinde bana verilen budur, ben bunların tadını çıkartayım diye yaşarsa bir kurtuluşa varır.

NURAY KARACAN / AKŞAM İNTERNET SİTESİ



Konular Röportaj