Yaşanmamışlığa dair...
Yaşanmamışlığa dair...
(…) ben ise var olmakla bozmuştum kafayı. Senden uzakta nefes alıp verirken… Hayattı bu! ince ince örülmüştü. Başka yerlerde başka insanların motifleri olup çıkmıştım. Ne engel olabilmiş ne de var olabilmiştim. Bu örgünün bir parçası olamamak için sızlanmayı da bir türlü becerememiş, şikâyet edememiş sadece izin verip seyirci kalabilmiştim. Hepimiz gibi!
Şimdi tutmuş beni sorgularsın?
Neden dersin halime? Neden mi? Neden silmiştim kendimi, var olmanın
mücadelesini terk edip, tüm savaşlarımı neden vazgeçmek için
vermiştim? Öyle büyük, öyle ağır, öyle iri bir yokluktun ki nasıl
görmezden gelebilirdim? Nasıl çorak toprağında nehir olabilirdim,
ummana daha kavuşamadan yatağında kurutulacağımı bile bile…
İlk gelişimin zamanı da yanlıştı belki.
En büyük günahların işlendiği saatlerde gelmiştim sana, kimileri
adam öldürürdü kimileri aldatırdı, kimileri çoktan indirmiş
kepenklerini gecenin soğukluğunda inlerdi. Ben de düşmüştüm
yollara, sessiz, sakin, rüzgârın yüzümü yaladığı, parmak uçlarımda
içimi ürperten bir heyecan… Her zaman ki bir sona büyük büyük
adımlarla, varlığımı silmek için, yokluğunun nefesini tenimde
duyabilmek için… Yürüdüm… Yürüdüm…
Öyle zordu ki yürüyebilmek,
tüm canlılar yuvalarına dönerken, loş sokak lambaları kaldırımları
aydınlatırken, susmak, ağlamak ve yürümek. Adımlarım kesik, hızlı,
bakışlarım ürkek ve tedirgindi. Yüreğimde eski alaturka sevda
türküleri, kulaklarımda doğruyu fısıldayan huysuz ihtiyar öğütleri…
Seni bulduğumda ne soracağımı ne söyleyeceğimi bilmemenin içimde
yarattığı amaçsızlık… Tüm soruları çoktan sorulmuş, cevapları ise
çoktan verilmiş bir yoldu yürüdüğüm, sonunda sensizlik ve bensizlik
bekliyordu ikimizi de…
Hani hep derler ya, yürek kendinden
yanadır.
"Her şeye rağmen"(seviyorum, sensin, aşk) ile başlayan beylik
laflara gerek yoktu. Öncesine ve sonrasına gerek yoktu. Gerek yoktu
kelimelere boğmaya, yaşamıştık işte, ister öyle, ister böyle.
Farklı zamanlarda tutunmuştu köklerimiz toprağa, sökmeye kimsenin
gücü yetmezdi. Bizim bile…
Kendimi anlatamayacak kadar yorgundu düşlerim, düşüncelerim, dilim ve bedenim. Payıma hak görüleni yaşamıştım yıllardır. Bunca zaman öğretilen gerçeklerin ezberinde sürdürdüm hayatımı. Nasılsa hep başkaları haklı çıkacaktı. Neden yorayım ki anlatmak için… Belki söylenmemiş sözlerin pişmanlığı çöreklenmiş kalır, ruhuma baskı yapar ama; söylenenler de çok can acıtırdı, her söz bir giysi atardı üzerimden ve utandırırdı çıplaklık…
Gece kayboldu yolun sonunda, aydınlık değildi ulaştığım, mayhoş, sarımtırak, hafif benekli, üzeri kara kalemlerle çizilmiş, alaca bulaca bir hal almış, boyaları dökülmüş, duvarları kabarmış ve çatlamış, ancak evsizlerin aşiyanı olmuş, eski, herkesin uğrayacağı durakta gördüm seni… Ne bekleyebilirdim ki? Ne isteyebilirdim ki? Sadece durabildiğin “an” vardın. O “an”ı alıp ne koyabilirdim yerine? Ey “zaman” aslında ne çok istedim bana ait olmanı, ey “zaman” ne çok isterdim seni kazanmayı ve sen ne kadarda zamansızdın…
Not: paylaşmak istediğiniz içerikleri, yer almasını istediğiniz
yazılarınızı bana mail atabilirsiniz.
Emine Öztürk