Yılmaz Özdil yazdı: "Kıbrıs"
Yılmaz Özdil'in Sözcü Gazetesi'nde yayınlanan bugünkü yazısı...
Sıcak bir yaz gecesiydi.
19 Temmuz 20'sine dönüyordu.
Ay batmıştı.
Zifiri karanlıktı.
Işıkları sönük bir balıkçı teknesi pata pata pata, Akdeniz'in sularını yarıyordu.
Karaya üç kilometre mesafede durdu.
10 kişiydiler.
Elit birliğimizin lideri üsteğmendi.
“Vakit tamam” dedi.
Üzerlerinde kamuflaj, ayaklarında postal, sırtlarında su almasın diye naylonlara sarılmış hafif silahları ve mühimmat vardı.
Baktı şöyle ekibine, sözler yetersizdi, sarıldılar kucaklaştılar, olur a yakalanırlarsa teslim olmayacaklardı, helalleştiler.
Suya atladı.
Peşinden öbürleri.
Yüzdüler yüzdüler yüzdüler, üç kilometre, kamuflaj, postal, cephane, ıslanınca bin kilo olmuştu sanki, karaya ayak bastılar.
İlk hedef, hellim peyniri tenekelerinde getirilen ve balıkçı mücahitler tarafından Beşparmak'ın eteklerine gizlenen telsizlerdi.
Buldular.
İlk temas kuruldu:
“Vardık…”
Sonraki hedef, tepeci adı verilen gözcülerdi.
Geleceğimize pek ihtimal vermiyorlardı ama, gene de tedbiri elden bırakmıyorlardı, aman ha ufukta gemi memi görünürse haberleri olsun diye, denize hakim noktalara tepeciler diziyorlardı.
Tepelediler tepecileri birer birer… Silah kullanmadan, gürültü yapmadan, elleriyle, ruhları bile duymadı.
Yokladılar şöyle bir araziyi… Gördüler ki, bizim istihbarat doğru, onların istihbaratı yanlıştı, “sarp kayalıklardan çıkamazlar” dedikleri yerleri boş bırakmışlar, “çıksalar çıksalar anca buraya çıkarlar” dedikleri, tee uzak noktalara, uzak plajlara yığılmışlardı.
Üsteğmen bastı telsizin mandalına… Adana, Konya ve Antalya'dan kalkan jetlerimizin homurtusu Kıbrıs semalarını yırttığında, saatler 05.25'i gösteriyordu.
Rum'un kafasına dank etmişti ama, iş işten geçmişti.
Balyoz inmek üzereydi.
Sadece 35 dakika sonra, C47 ve C160'larımız görüldü.
Kapıları açıldı.
Üsteğmen o sırada Beşparmak'ta zirveye yakındı, kaldırdı kafasını, gülümsedi… Eoka'nın kara bulut gibi çöktüğü Kıbrıs'ın gökleri, bembeyaz baloncuklarla kaplanıyordu.
Türk paraşütçüsü yağıyordu.
Sağanak.
Elini gözlerine siper etti, ufka baktı…
İşte oradalardı.
Çıkarma gemilerimiz geliyordu.
★
Mehmetçik'ten sadece bir gün sonra, Türk basını adaya ayak bastı.
Harekatı anbean takip ediyor, sıcak çatışmanın en kanlı noktalarına giriyor, hakimiyeti belirsiz yerlere bile cesaretle dalıyor, köy köy, sokak sokak fotoğraflıyor, izlenimlerini aktarıyorlardı.
Rum kontrolündeki Lefke'de evlere silahlı baskınlar yapıldığı, 75 sivilin esir alındığı duyuldu…
Aralarında Mete Akyol, Ertürk Yöndem, Sermet İpekçioğlu, Yücel Hacaloğlu, Hami Sami Coşar, Ziya Ergun, Hüdai Bayık, Teoman Fehim, Ahmet Kahraman ve Eyüp Sabri Kapıdağ'ın bulunduğu 10 kişilik gazeteci grubu, gözü kararttı, Lefke'ye doğru yola çıktılar.
Ama, Lefkoşa-Lefke arasında Eoka tarafından yakalandılar.
Esir alındılar.
Terör örgütü Eoka insanlıktan çıkmıştı, savaş hukuku filan tanımıyorlar, insan öldürmekten zevk alıyorlardı.
Onlar açısından gazeteci mazeteci yoktu, Türk'se öldürülmeliydi.
Türk gazetecileri duvar kenarına yan yana sıraladılar, karşılarına da bir manga silahlı militan sıraladılar, kurşuna dizeceklerdi.
Af dilemelerini, yalvarmalarını bekliyorlardı.
Ama tam aksine, Türk gazeteciler dimdik duruyor, idam mangasının gözlerinin içine dimdik bakıyor, tetiğe basmalarını bekliyorlardı.
Ve, Rum militanların hiç ummadığı bir şey oldu…
Mete Akyol “havasına suyuna, taşına toprağına, bin can feda bir tek dostuma” diye mırıldanmaya başladı.
Memleketim'di.
Sözlerini Fikret Şeneş'in yazdığı, Ayten Alpman'ın söylediği aranjman şarkı, o günlerde TRT'de öylesine sık çalıyordu ki, Kıbrıs Barış Harekatı'nın adeta marşı haline gelmişti, milli sembol olmuştu.
Mete Akyol mırıldanıyordu, “her köşesi cennetim, ezilir yanar içim…”
Diğer gazeteciler bağıra bağıra eşlik etmeye başladı, “bir başkadır benim memleketim…”
Rumlar donup kalmıştı.
Tam o sırada mucizevi bir gelişme oldu, bir askeri cip geldi, idam mangasının yanında zınk diye durdu, bir Yunan yüzbaşı indi.
Savaş ahlakına sahip, mert bir düşmandı.
Kim olduklarını sordu, gazeteci kimliklerini gördü, Eoka militanlarını fırçaladı, “Türk esirleri bana teslim edeceksiniz” diye emretti.
İsmi, Takis Çagaris'ti.
Türk gazetecileri Rumların elinden kurtardı, askeri araçlara bindirdi, Limasol'a getirdi, emniyet müdürlüğünde ifadelerini aldırdı ve serbest bıraktı… “Bağıra çağıra söylediğiniz şarkıyı duymasaydım, geçip gidecektim, iyi ki şarkıya başlamışsınız” dedi!
★
Lefke'de esir alınan Türk siviller de Limasol'daydı, cezaevindeydiler, bazıları sorgulanmak üzere emniyet müdürlüğüne getirilmişlerdi.
Ertürk Yöndem bu fırsatı kaçırmadı…
Kaşla göz arasında esir bir Türk'le konuşmayı başardı, cezaevinde tutulanların tek tek isim listesini aldı.
Serbest kalır kalmaz, bu listeyi Türkiye'ye ulaştırdı.
Rumlar “elimizde sivil esir yok” derken, esir Türklerin listesi TRT'de ve Bayrak Radyosu'nda yayınlandı.
Böylece, uluslararası girişim başlatıldı.
Sivil esirleri serbest bırakmak zorunda kaldılar.
★
Adem Yavuz, Ergin Konuksever ve Cengiz Kapkın isimli gazetecilerimiz ise, maalesef öbür meslektaşları kadar şanslı değildi.
Lefke'de esir alınan Türklerin izini sürerken, yanlışlıkla Eoka kontrolündeki köye girdiler, durumu farkedip kaçmaya çalışırlarken de yaylım ateşe tutuldular.
Şoför oracıkta can verdi.
Ergin Konuksever omzundan vuruldu, ağır kan kaybı vardı.
Üçü birden esir alındılar.
Limasol'a getirildiler.
Ergin Konuksever hastaneye yatırıldı, Adem Yavuz ve Cengiz Kapkın elleri ve gözleri bağlanarak cezaevine götürüldü.
Ergin Konuksever derhal ameliyat edildi, hayati tehlikeyi atlatmıştı.
Altı saat kadar geçti…
Adem Yavuz'u kan revan içinde, baygın halde sedyeyle getirdiler, Ergin Konuksever'in yanındaki yatağa yatırdılar.
Gözleri bağlı halde cezaevine götürülürken, hiç sebep yokken, kim olduğunu bilmediğimiz bir Rum tarafından, yakın mesafeden karnından vurulmuştu.
Onu da ameliyata aldılar.
Bir hafta komada kaldı.
Diplomasi devreye girdi, esir gazetecilerimiz Türkiye'ye verildi.
Adem Yavuz, Adana'da hastaneye yatırıldı.
Maalesef, daha fazla dayanamadı.
Barış Harekatı'nın şehit gazetecisi oldu.
Henüz 30 yaşındaydı.